Hayatın Sahnesinde: Gerçeklik Arayışı

“Gerçekten, insanın olduğu yerde illaki maske vardır,” derdi Hüseyin Amcam. Hayatın karmaşasında herkes bir şekilde kendi maskesini takar; bazıları farkında, bazıları değil. Her gün bir sahne gibi, herkes rolünü oynuyor. Fakat bir noktada fark etmeye başlarsın, etrafındaki oyun sana tanıdık gelir. Gözlerin açılır, kulakların her şeye daha dikkat kesilir.

Elimdeki eski bir fotoğrafa bakarken, o anları yeniden yaşarım. Terk-i Dünya Manastırı’nda, denize dönük oturmuşum. Heybeliada’nın o sessiz kıyısında, keşişlerin dünyayı terk ettiği bu inziva yerinde, kendi maskemi sorgularken buldum kendimi. Bir zamanlar dost sohbetleri, sıcak buluşmalar bile daha gerçek gelirken, şimdi her şey sanki önceden planlanmış bir oyun gibi. Hiç kimse tam olarak kendisi değil, kimse doğal değil. Göz önündeki gülüşlerin samimiyetine inanmak zorlaşıyor. Peki ya ben? Ben de mi bu oyunun bir parçasıyım?

Terk-i Dünya Manastırı’na keşişler gelirmiş, her şeyi geride bırakıp uçurumun kenarındaki bu taş yapıda sükûnete ermek için. Ama insan, gerçekten her şeyden kaçabilir mi? Belki dış dünyadan uzaklaşırsın, ama içindeki o ses… O ses asla susmaz. İşte o noktada maskeler birer birer dökülmeye başlar. Herkesin içinde, topluma işlenmiş o köklü oyun, tüm gerçekliğiyle yüzleşmeni bekler. Stefan Zweig’in dediği gibi, “Yalan bir kere başladı mı, her yerde devam eder.” Ama farkındalık, bu rahatsızlıkla gelen bir kapı açar önüne: Gerçek kapısı.

Manastırın sessizliğinde denize bakarken içimde sorular yankılanmaya başladı. Neden bu kadar zor gerçek benliğimizi göstermek? Neden bu maskeleri takıyoruz? Belki de olduğumuz kişiyle yüzleşmekten korkuyoruz. Ya da kabul edilmeme korkusu sürekli saklanmaya itiyor.

Shakespeare’in “Dünya bir sahne, bizler oyuncuyuz” sözünü daha derinden hissediyorum. Bu yaşadıklarım gerçek mi, yoksa iyi yazılmış bir senaryo mu? sorusunu suruyorum.

Bu farkındalık, rahatsız edici, ama aynı zamanda bizi daha derin, daha dürüst bağlantılara götürür. Tıpkı burada, eski manastırın taş duvarları arasında olduğu gibi. İnsan, kaçamayacağını anladığında, asıl değişim başlar.

Sonra düşünüyorum, erdemin mükemmel bir heykeli değilim elbet. Çünkü insan olmanın zaafları, gölgeleri hepimizin üstüne zaman zaman düşer. ne yaşandıysa “iyi ki” diyorum, arkama baktığımda mutlu oluyorum. İnsanların iyi anılması onların kusursuzluğundan değil, belki de insanların kalbinde bıraktığı samimi izlerin bir yansımasıdır. Ne güzel bir miras…

Hayat, kusursuzluğun değil, tutarlılığın peşinden koşmakla anlam kazanır. Gerçek dürüstlük, her zaman doğruyu bilmek/söylemek değil, söylediklerimizin arkasında durabilmektir. Nihayetinde, insan olmanın tüm karmaşıklığıyla, erdemin sarp yollarında tökezleyerek ilerlerken, geride bıraktığımız iz belki de şunu fısıldayacak: “Burada bir insan geçti; hatalarıyla, doğrularıyla ve içtenliğiyle.”

14.09.2024 00:33